Kural / Karakter Düzenleme: İçin de bulunduğumuz toplulukların ve/veya kurumların, kuralları vardır, kurallar kâğıt üzerin de veya gelenekselleştirilmiştir.
Kimi kurallar toplum için, kimi kurallar da kimine göre yararlıdır.
Kimi insan kuralları sorgular; neticeye göre kuralları değerlendirip, uyar yahut uymaz.
Kimi insan kural kostümünü giyip, kendisi kural olur.
Fakat gelelim, faşizan öğretim anlayışının inceliklerine, gözden kaçan noktalarına.
Karakter dediğimiz şey, doğduğumuz anda başlar, yedi yaşın da netliğe kavuşur,on sekiz yaşına kadar gelişir ve ilerleyen yaşlar da tamamlanır, bebeklik yıllarında, karakter sorgulamaz, direkt olarak gösterilen şeyi alır.
Bu noktada, İlköğretim, Lise, karakterin oturma yaş grubu içerisindedir.
Ve bu 0-18 yaş grubuna, çok dikkatli bakılmalıdır, fakat günümüz de ki öğretim anlayışında, öğrenciye söylediği sözcükleri aslan gibi suratına kükreyerek, azarlayarak, çeşitli yaptırımlar uygulayarak, kendi ezilmişliklerinin patlama noktasını öğrenci haline getiren, öğretmek den çok, ‘Öğretmen’ imajına takılan öğretmenlerin, öğrencileri değersiz ve onun söylediği her şeyi uygulayacak ahmak varlıklar olarak görmesi, kuralları sorgulayan, ve yorum getiren öğrencileri susturma çabası, onların elinden o yüce ‘Sorgulama’ yeteneğini almak demektir.
Ve öğrencinin üzerine titremek, faşizan bir şekil de ‘Sen öğrencisin, kuralları sorgulayamazsın!’ demek yerine, öğrenciyle oturup, o kural neden var, ne işe yarar diye konuşmak gerekir.
Dönelim karakter düzenlemeye, bu azarlamalar, bu yaptırımlar, öğrencini sorgulama ve konuşma haklarının elinden alınması, öğrenci konuştuğu zaman ‘Anarşist’ damgası yemesi, ve öğretmene karşı öğrenci daima suçludur bakış açısı, öğrencilerden, bastırılmış ve ezilmiş insan sürüleri yaratıyor.
Öğrenci sürekli ezilerek, her şeye boyun eğen, önüne ne sunarsan sorgulamadan kabul eden insan tipleri haline dönüşüyor.
Ve bu ezilmişlik duygusu, çeşitli yerlerde patlak veriyor. Kimi öğrencinin psikolojisi bozulup her şeye ‘Tamam’ diyor, kimisi de okula getirdiği silah ile öğretmenlerini ve arkadaşlarını vuruyor. Bazılarından da bu ezilmişlik duygusu, ilerleyen yaşlarda ortaya çıkıyor.
Ve bu bastırılmış/susturulmuş, ezik kişilikler, ilerleyen hayatların da, insanları ezerek bu eziklikten kurtulmaya çalışıyor veya toplumdan itilmişlik duygusu ile, kendini göstermeye çalışıp, öne çıkmaya çalışıp kendini yok ediyor.
Okulun Şovmenleri: Öğrencinin karakterinden çalıp, bunu yaşam bilgisi kostümüne dönüştürüp, bu kostümü öğrencilere giydiren öğretmenler. Öğrencileri geleceğe taşımaya çalışan, gelecekte topluma fayda sağlayan bireyler haline getirmeye çalışan öğretmenlerin büyük bir kısmı, kaş yaparken göz çıkarıyor.
‘Ama bunlar çocuklarımızın iyiliği için’ şarkının vokalistleri tarafından kulağımı tırmalıyor.
Şöyle demek daha mantıklı olur diye düşünüyorum; Ders dinlemeyen, sürekli haylazlık peşinde koşan öğrencilere, bağırıp, ‘Dersi dinle, ya da yok ol!’ diyen öğretmenler yerine, dersi dinlerse ne kazanacağını, dersi dinlemezse ne kaybedeceğini, öğrencini sorguladığı kuralları, oturup birlikte, daha sakin bir dil ile konuşmak, daha doğru olur diye düşünüyorum.
Okulun şovmenlerinin, yani bu öğrenciden bir şey olmazsa atalım gitsin, daha çok öğrencimiz var, onları adam ederiz. Demek yerine, o ‘Haylaz’ öğrencileri de topluma kavuşturmalarını, gönülden istiyorum. Belki de bu tutum yüzünden, ne yetenekli öğrenciler solup gitti.
Artık, kutsal öğretme vazifesinin arkasına sığınıp, öğrenciye ayak parmaklarını yalatan ego masturbatörleri görmek istemiyorum.
Öğrencilerin istediği şey: Öğretmen!
Ego masturbatörü değil.
Öğrencilerin istediği şey: Okulu idare edebilecek müdür!
Diktatör değil.
Öğrencilerin istediği şey: Bilgi!
Bilgi kılığına girmiş küfürler değil.
Öğrencilerin istediği şey: Hayatta yaşamayı öğrenmek!
Zindan da yaşamayı öğrenmek değil.
Öğrenci anasının babasının zoruyla okula gelip, okul onlara bir hapishane oluyorsa, hiçbir bilgi öğrenemezler, öğrenememekten ziyade, öğrenmezler!
Öğretmenler hapishane gardiyanı rolünü üstleniyorsa, mahkûmlar onlara saygı değil, korku beslerler.
Müdürler hapishane müdürünü oynuyorsa, mahkûmlar onlara düşman gözüyle bakar.
Ve böyle bir ilişki de, ne öğrenmek, ne de öğretmek mümkündür.
Anca, hapishane gardiyanı ‘Kuralları sorgulama!’ der, mahkûma bağırır, mahkûm susar.
Anca hapishane müdürü, oturduğu yerden kuralları sağlamlaştırmaya bakar.
Ve içlerinden bir mahkûm çıkıp kuralları sorgularsa, sınıfta bırakılarak hapis cezası uzatılır.
Okul, zindan değil, öğrenme yeridir.
Öğretmen, gardiyan değil, öğretebilen kimsedir.
Müdür, hapishane müdürü değil, okulu idare eden kişidir.
Öğrenci, mahkûm değil, öğrenen kimsedir.
9 Aralık 2009 Çarşamba
11 Kasım 2009 Çarşamba
Işığın arkasın da ki cinsel sembol
Bomboş bir arazide, güneş arkanız da ise, gölgeniz karşınız da olur.
Yine aynı arazide güneş karşınız da ise, gölgeniz arkanız da olur.
Sanırım bu soru işaretleri ile dolu dünya da, en dengeli varlık biz yüce insanların gölgeleridir.
Sen güneşle dostsan o senin düşmanın olur.
Sen güneşle düşmansan o senin dostun olur, her zaman azınlığın yanındadır.
Ama önemli olan o eşit varlığın bizim yansımamız olması değil, bizim o varlığın yansıması olmamızdır.
Gölgenin içine girmek, gölgeye renk vermek, gölgeye etten kemikten bir hayat sunmak.
Yine gölge bizim bir parçamız olan ben(ci)liği taşır, bildiğimiz en büyük nesne olan güneş'e her zaman karşı çıkar, hiç bir zaman onunla yan yana bulunmaz.
Farklı bir bakış açısından bakarsak bizim bir parçamız olan korkalığı taşır, bildiğimiz en büyük nesne olan güneş den her zaman korkar ve bedenimizin arkasına saklanır.
Dünya üzerin de yaşayan onca insanın kendine özgü bir hayatı olduğu gibi, gölgelerimizin de bir hayatı vardır.
Biz arkadaşımız ile konuşurken, o da arkadaşımızın gölgesi ile konuşur.
Biz sinirlenip sokak da tek başımıza yürürken, o da sinirlenmiştir ve sokak da tek başına yürüyordur.
İnsanlar ne kadar iç içe geçemeseler de, gölgeler ışık oyunlarının yardımı ile iç içe geçebilirler.
İşte bu gölgelerin kesiştiği noktalara ise, ışığın arkasın da ki cinsel sembol ismini lâyık görüyorum.
Freud'a göre; 'İlk cinsel sembol, annenin memesi' idir.
Ve yaşadığımız her duyguyu, ben(ci)liği, inandığımız fikri, düşünce biçimimizi cinsel hormonlar belirler.
Yine dikkat ederseniz, cinsel hormonları veya cinsel arzuları kuvvetli olan insanların duyguları da yoğundur.
Konuya âmiyane bir örnek vermek gerekirse, bir aşk şairi, masturbasyon yaptık dan sonra, eski yazdığı şiirleri aynı gözle yorumlamaz, ve şair yine uzun süre cinsel ihtiyacını karşılamamış ise, güçlü duygu yoğunlukları yaşar.
İsterseniz bir de antik cağ'a göz atalım... Antik çağ da cinsel istemler rahatlık ile karşılanabiliyor idi ve cinsel istemler çok kuvvetliydi,
eşcinsel olan birisi, utanmadan çekinmeden istediği cinsel hayatı yaşayabiliyordu, cinsel ihtiyaçlar karşılanınca cinselliğe olan bağ artmışdı.
Hatta o kadar rahatdı ki, cinsellik tanrısı bile icât edildi(dionysos) ve o çağ da ki bu denli büyük cinsel güdüler, duyguların da güçlü olmasına yol açtı,
antik çağ da ki tragedya oyunların da gördüğümüz üzre o dönemde ki duygular da güçlüydü başka bir değişle abartılıydı.
Bir zeus heykelinin penisi, sanatçıların cinsel yönden bir baskı duymadığından dolayı, normal boyun üzerindeydi.
Duyguların büyük olması motiflerin de büyük olmasına yol açmıştı, üç metre boyun da ki tanrı heykelleri, dev sütunlar...
Çağ ilerledikce cinsel baskılar artmaya başladı, cinsellik bastırılınca duygular da azalma yaşandı.
Bu cinsel baskının artması ile, erkek heykellerin penisleri ufak boyutlar da, kadın heykeller de elleri ile veya bir çarşaf ile göğüslerini kapatmış şeklinde olmaya başlamıştı.
Şimdi gözlerinizi kapatın ve 2009 da ki cinsel baskıyı düşünün, ardından pencereden dışarıya bir göz atın.
Yine aynı arazide güneş karşınız da ise, gölgeniz arkanız da olur.
Sanırım bu soru işaretleri ile dolu dünya da, en dengeli varlık biz yüce insanların gölgeleridir.
Sen güneşle dostsan o senin düşmanın olur.
Sen güneşle düşmansan o senin dostun olur, her zaman azınlığın yanındadır.
Ama önemli olan o eşit varlığın bizim yansımamız olması değil, bizim o varlığın yansıması olmamızdır.
Gölgenin içine girmek, gölgeye renk vermek, gölgeye etten kemikten bir hayat sunmak.
Yine gölge bizim bir parçamız olan ben(ci)liği taşır, bildiğimiz en büyük nesne olan güneş'e her zaman karşı çıkar, hiç bir zaman onunla yan yana bulunmaz.
Farklı bir bakış açısından bakarsak bizim bir parçamız olan korkalığı taşır, bildiğimiz en büyük nesne olan güneş den her zaman korkar ve bedenimizin arkasına saklanır.
Dünya üzerin de yaşayan onca insanın kendine özgü bir hayatı olduğu gibi, gölgelerimizin de bir hayatı vardır.
Biz arkadaşımız ile konuşurken, o da arkadaşımızın gölgesi ile konuşur.
Biz sinirlenip sokak da tek başımıza yürürken, o da sinirlenmiştir ve sokak da tek başına yürüyordur.
İnsanlar ne kadar iç içe geçemeseler de, gölgeler ışık oyunlarının yardımı ile iç içe geçebilirler.
İşte bu gölgelerin kesiştiği noktalara ise, ışığın arkasın da ki cinsel sembol ismini lâyık görüyorum.
Freud'a göre; 'İlk cinsel sembol, annenin memesi' idir.
Ve yaşadığımız her duyguyu, ben(ci)liği, inandığımız fikri, düşünce biçimimizi cinsel hormonlar belirler.
Yine dikkat ederseniz, cinsel hormonları veya cinsel arzuları kuvvetli olan insanların duyguları da yoğundur.
Konuya âmiyane bir örnek vermek gerekirse, bir aşk şairi, masturbasyon yaptık dan sonra, eski yazdığı şiirleri aynı gözle yorumlamaz, ve şair yine uzun süre cinsel ihtiyacını karşılamamış ise, güçlü duygu yoğunlukları yaşar.
İsterseniz bir de antik cağ'a göz atalım... Antik çağ da cinsel istemler rahatlık ile karşılanabiliyor idi ve cinsel istemler çok kuvvetliydi,
eşcinsel olan birisi, utanmadan çekinmeden istediği cinsel hayatı yaşayabiliyordu, cinsel ihtiyaçlar karşılanınca cinselliğe olan bağ artmışdı.
Hatta o kadar rahatdı ki, cinsellik tanrısı bile icât edildi(dionysos) ve o çağ da ki bu denli büyük cinsel güdüler, duyguların da güçlü olmasına yol açtı,
antik çağ da ki tragedya oyunların da gördüğümüz üzre o dönemde ki duygular da güçlüydü başka bir değişle abartılıydı.
Bir zeus heykelinin penisi, sanatçıların cinsel yönden bir baskı duymadığından dolayı, normal boyun üzerindeydi.
Duyguların büyük olması motiflerin de büyük olmasına yol açmıştı, üç metre boyun da ki tanrı heykelleri, dev sütunlar...
Çağ ilerledikce cinsel baskılar artmaya başladı, cinsellik bastırılınca duygular da azalma yaşandı.
Bu cinsel baskının artması ile, erkek heykellerin penisleri ufak boyutlar da, kadın heykeller de elleri ile veya bir çarşaf ile göğüslerini kapatmış şeklinde olmaya başlamıştı.
Şimdi gözlerinizi kapatın ve 2009 da ki cinsel baskıyı düşünün, ardından pencereden dışarıya bir göz atın.
22 Ekim 2009 Perşembe
Ego/Ben
Vaaz verir bencilere benciler,
kulaklarından fışkırır ben, vaaz verirken,
Hep diğer benciler den yukarıda olmak ister benciler.
Benlerini tatmin etmek içindir, çünkü ben; kendiden ötesine
aşıktır en iyi bildiği ben olduğundan.
Kendisi yukarıda,
ortada bir boşluk;
ve diğer benciler aşşağıda olsun ister.
Bilmez boşluğun üzerinde durulmayacağını-bilemez durulamayacağını-
Böylelikle düşer, ben, diğer bencilerin üzerine.
Ölümlere sebep olur benciliği...
kulaklarından fışkırır ben, vaaz verirken,
Hep diğer benciler den yukarıda olmak ister benciler.
Benlerini tatmin etmek içindir, çünkü ben; kendiden ötesine
aşıktır en iyi bildiği ben olduğundan.
Kendisi yukarıda,
ortada bir boşluk;
ve diğer benciler aşşağıda olsun ister.
Bilmez boşluğun üzerinde durulmayacağını-bilemez durulamayacağını-
Böylelikle düşer, ben, diğer bencilerin üzerine.
Ölümlere sebep olur benciliği...
30 Eylül 2009 Çarşamba
Din
DİN; Din temelinde iyilik barındıran, cennet - cehennem olgusu ile, insanı zor ile olsa da iyilik yapmaya zorlayan,
inanış biçimi. Fakat günümüz de çoğu din bir sapkınlık haline dönüşmüşdür.
İlk tek tanrılı inançlardan biri olan Zerdüştizm de, yine cennet - cehennem olgusu var idi, zaten dinlerin var oluş tarihine bakarsak,
hırıstiyanlık 2009 senedir, müslümanlık 1438, musevilik m.ö 609 dan bu yana bizlerle.
Yunan mitolojisi, göğe tapanlar, ateşe tapanlar, güneşe tapanlar vs.
bu gibi inançlar dünya üzerinde belirli bir süre kaldıktan sonra yok olup gitmişlerdir.
Hırıstiyanlık, müslümanlık, musevilik gibi dinler, dünya tarihin de ki inançlara bakılırsa yeni dinler sayılır.
ilerleyen yıllar da bu gibi dinlerin yok olması da söz konusu.
Ama daha önemlisi, eski dinler de bile cennet - cehennem veya farklı isimler de; hadesin yer altı dünyası veya benzerleri vardı.
İnançlar çoğu zaman ne kadar ''iyilik'' yapıp cennete gitmeye yönelik olsa da, herkesin bildiği gibi dünyaya iyilik den çok, ölüm, kan, acı ve zorbalık getirmiştir.
Ve her din daha fazla hayran-inanan- toplamak için, aşırı şekil de halk kitlesine göre inandırı olmuştur.
veya, din çözülmesin bir mistiklik olsun diye tanrıyı düşünmek günahtır, gibi şeyler eklenmiştir.
İşin sapkınlık tarafına gelirsek, bir din'i fanatikleştiren kimse-tabî altında kişisel veya toplumsal çıkarlar olmaksızın- ya o din'e çok bağlı, aşırı inanmış kimselerdir.
Sapkınlık denilen şey zâtın kendi inancına fazlasıyla inanmış olmasıdır.
Bilindik konuların dışında, benim bahsettiğim konu ise;
Bir din'i insanlar iyilik yapsınlar ve bu dinden ileride sapılmasın diye, inandırıcılık boyutu abartılmış, inandırıcık boyutu abartılınca kitâpları yazanların tahmin edemeyeceği şekilde
sapkınlıklar, büyük ve kanlı savaşlar doğmuştur.
Eğer olası dinler mensuplarını çok fazla inandırıp sapkınlığa sürüklemeyecek ama din'i bırakmayacak ve ''iyilik'' yapmaya devam ettirecek şekilde olsa idi,
bu derecede kanlı savaşlar, bu derecede zorbalık olmazdı.
''İnsan elinden çıkan herşey kusurludur''...
inanış biçimi. Fakat günümüz de çoğu din bir sapkınlık haline dönüşmüşdür.
İlk tek tanrılı inançlardan biri olan Zerdüştizm de, yine cennet - cehennem olgusu var idi, zaten dinlerin var oluş tarihine bakarsak,
hırıstiyanlık 2009 senedir, müslümanlık 1438, musevilik m.ö 609 dan bu yana bizlerle.
Yunan mitolojisi, göğe tapanlar, ateşe tapanlar, güneşe tapanlar vs.
bu gibi inançlar dünya üzerinde belirli bir süre kaldıktan sonra yok olup gitmişlerdir.
Hırıstiyanlık, müslümanlık, musevilik gibi dinler, dünya tarihin de ki inançlara bakılırsa yeni dinler sayılır.
ilerleyen yıllar da bu gibi dinlerin yok olması da söz konusu.
Ama daha önemlisi, eski dinler de bile cennet - cehennem veya farklı isimler de; hadesin yer altı dünyası veya benzerleri vardı.
İnançlar çoğu zaman ne kadar ''iyilik'' yapıp cennete gitmeye yönelik olsa da, herkesin bildiği gibi dünyaya iyilik den çok, ölüm, kan, acı ve zorbalık getirmiştir.
Ve her din daha fazla hayran-inanan- toplamak için, aşırı şekil de halk kitlesine göre inandırı olmuştur.
veya, din çözülmesin bir mistiklik olsun diye tanrıyı düşünmek günahtır, gibi şeyler eklenmiştir.
İşin sapkınlık tarafına gelirsek, bir din'i fanatikleştiren kimse-tabî altında kişisel veya toplumsal çıkarlar olmaksızın- ya o din'e çok bağlı, aşırı inanmış kimselerdir.
Sapkınlık denilen şey zâtın kendi inancına fazlasıyla inanmış olmasıdır.
Bilindik konuların dışında, benim bahsettiğim konu ise;
Bir din'i insanlar iyilik yapsınlar ve bu dinden ileride sapılmasın diye, inandırıcılık boyutu abartılmış, inandırıcık boyutu abartılınca kitâpları yazanların tahmin edemeyeceği şekilde
sapkınlıklar, büyük ve kanlı savaşlar doğmuştur.
Eğer olası dinler mensuplarını çok fazla inandırıp sapkınlığa sürüklemeyecek ama din'i bırakmayacak ve ''iyilik'' yapmaya devam ettirecek şekilde olsa idi,
bu derecede kanlı savaşlar, bu derecede zorbalık olmazdı.
''İnsan elinden çıkan herşey kusurludur''...
29 Eylül 2009 Salı
Dünya
Bir varmış bir yokmuş
dünya isimli bir gezegen varmış
içinde çok büyük bir sistem varmış
Meşhur kapitalizm
herşeye bazı canlılar karar veriyormuş.
şuraya girmek yasaktır bunu yapmak yasaktır.
arazilere betonlar koyuyorlarmış
bazı betonların içine girmek yasakmış
üzerinde o canlının neyin nesi olduğunu belirten kağıttan olmadan gezmek yasakmış
ve işin komik yanı
insan isimli canlılar
bir kaç kağıt parçası ile yüzlerce ağaç'ı kendi malı yapabiliyorlarmış
bir kaç kağıt parçası ile canlı satın alabiliyorlarmış
bir kaç kağıt parçası ile doğa babanın arazilerini veya can alabiliyorlarmış
başka bir mizah ise
bu insan isimli canlı
dünya üzerinde çizgiler çekip sınır adı vermişler
sen buradan buraya vize isimli şey olmadan geçemiyormuşsun
bu canlılar yaşadıkları gezegeni onların sanıyorlarmış
kiraladıkları evin odalarına başkasını sokmamak gibi bir şey olsa gerek
daha da garibi
bu olaya gülünür
bu olaya ağlanır
diye herşeyi etiketlemişler
bundan zevk alınır
üzerlerine giydikleri kumaş parçaları her dönem değiştirilir
üstelik birbirlerine cinsel duygular beslediklerinde
bunun ismine aşk koyup hep birlikte yaşıyorlarmış
başkası onun aşkına cinsel duygular beslediğinde ise saldırıyorlarmış
ayrıca çizilen her sınırın içinde o sınırın içinde yaşayan insanları yöneten başkanlar varmış
bir kaç çelimsiz başkan milyonlarca insanı yönetiyorlarmış
ve bu insan isimli salak varlık ses çıkarmıyormuş
kendi aralarında kibarlık, saygı falan filan gibi şeyler üretmişler
örneğin
kendinden daha fazla yaşamış birine saygı duyulmalıymış
saygı duyulacak ne yaptığı değil ne kadar yaşadığı önemliymiş gibi
örneğin birinin yanında kağıt parçasına sarılmış tütün'ü yakıp dumanı içine çekmek saygısızlıkmış.
yolun ortasında vücutdaki idrarı çıkarmak saygısızlıkmış
bir bayanın kapısını açmak kibarlıkmış
bu insan isimli canlılar diğer canlıların etini yiyerek besleniyorlarmış
birbirlerini öldürüyorlarmış
kendilerini sarılmış tütüne bağımlı ediyorlarmış
alkol isimli sıvıdan içip beyin hücrelerinin ölmesinin verdiği mayhoşluk durumundan zevk alıyorlarmış
hatta bazı çizilmiş sınırların içinde bayanlar kafasından çıkan saç kıllarını kumaş parçası ile kapatıyorlarmış
neden mi ? çünkü onlara günahmış
günah ne demek mi ?
insanlar kasırgaları, hortumları, depremleri doğal afetleri veya
bu toprakların bu ağaçların bu gezegenin nasıl oluştuğunu bilmedikleri için
bunları biri yaptı sanıyorlarmış daha sonra kendine beni bunları yapan adam yolladı diyenler(peygamber)
bunu kitaba dökmüş ve herkes inanmış daha sonra bunları yazanlar krallar gibi yaşamış
bu tanrı isimlinin bulutların üstünde yaşadığı iddia edilmiş
bulutların üstüne bile çıkmışlar tanrı isimliyi görememişler ama salak gibi hala inanmaya devam etmişler
hiç sorgulamadan
üstünden iki bin yıl sonra harry potter diye birşey yazılmış ve bunu yazan krallar gibi yaşamış
ve iki milyon yıl önce yok olan dünya gezegeninde yaşayanlar
kitaplar yazmış iyilikler, kötülükler yapmış çocuk yapmış
tanrı isimliye tapmış savaşlar kazanmış savaşlar kaybetmiş
kağıt parçaları kazanmış kağıt parçaları kaybetmiş
içmiş, ağlamış, gülmüş, eğlenmiş sevişmiş
dans etmiş. dans etmeyi yasaklamış sınırların içindeki toprakları yönetmiş
diğer insanların eğlence dedikleri şeyden zevk almaya çalışmış
atomu parçalayıp bombalar yapmış bu bombaları diğer insanlar üzerinde ölüyorlarmı ölmüyorlarmı diye test etmiş
bir çok salaklık yapmış kendini zeki sanmış kendine tapmış
binalar inşaa etmiş bu binaların içinde yaşamış
aile isimli şeyden kurmuş
ama dünya yok olmuş sonunda. eee ne bok olmuş KOCA BİR SIFIR!
bu dünya gezegeninde daha komik, salak binlerce şey var
hepsini anlatsam sizi gülmekten osurturum aaa pardon dünya da osurmak ayıptı...
dünya isimli bir gezegen varmış
içinde çok büyük bir sistem varmış
Meşhur kapitalizm
herşeye bazı canlılar karar veriyormuş.
şuraya girmek yasaktır bunu yapmak yasaktır.
arazilere betonlar koyuyorlarmış
bazı betonların içine girmek yasakmış
üzerinde o canlının neyin nesi olduğunu belirten kağıttan olmadan gezmek yasakmış
ve işin komik yanı
insan isimli canlılar
bir kaç kağıt parçası ile yüzlerce ağaç'ı kendi malı yapabiliyorlarmış
bir kaç kağıt parçası ile canlı satın alabiliyorlarmış
bir kaç kağıt parçası ile doğa babanın arazilerini veya can alabiliyorlarmış
başka bir mizah ise
bu insan isimli canlı
dünya üzerinde çizgiler çekip sınır adı vermişler
sen buradan buraya vize isimli şey olmadan geçemiyormuşsun
bu canlılar yaşadıkları gezegeni onların sanıyorlarmış
kiraladıkları evin odalarına başkasını sokmamak gibi bir şey olsa gerek
daha da garibi
bu olaya gülünür
bu olaya ağlanır
diye herşeyi etiketlemişler
bundan zevk alınır
üzerlerine giydikleri kumaş parçaları her dönem değiştirilir
üstelik birbirlerine cinsel duygular beslediklerinde
bunun ismine aşk koyup hep birlikte yaşıyorlarmış
başkası onun aşkına cinsel duygular beslediğinde ise saldırıyorlarmış
ayrıca çizilen her sınırın içinde o sınırın içinde yaşayan insanları yöneten başkanlar varmış
bir kaç çelimsiz başkan milyonlarca insanı yönetiyorlarmış
ve bu insan isimli salak varlık ses çıkarmıyormuş
kendi aralarında kibarlık, saygı falan filan gibi şeyler üretmişler
örneğin
kendinden daha fazla yaşamış birine saygı duyulmalıymış
saygı duyulacak ne yaptığı değil ne kadar yaşadığı önemliymiş gibi
örneğin birinin yanında kağıt parçasına sarılmış tütün'ü yakıp dumanı içine çekmek saygısızlıkmış.
yolun ortasında vücutdaki idrarı çıkarmak saygısızlıkmış
bir bayanın kapısını açmak kibarlıkmış
bu insan isimli canlılar diğer canlıların etini yiyerek besleniyorlarmış
birbirlerini öldürüyorlarmış
kendilerini sarılmış tütüne bağımlı ediyorlarmış
alkol isimli sıvıdan içip beyin hücrelerinin ölmesinin verdiği mayhoşluk durumundan zevk alıyorlarmış
hatta bazı çizilmiş sınırların içinde bayanlar kafasından çıkan saç kıllarını kumaş parçası ile kapatıyorlarmış
neden mi ? çünkü onlara günahmış
günah ne demek mi ?
insanlar kasırgaları, hortumları, depremleri doğal afetleri veya
bu toprakların bu ağaçların bu gezegenin nasıl oluştuğunu bilmedikleri için
bunları biri yaptı sanıyorlarmış daha sonra kendine beni bunları yapan adam yolladı diyenler(peygamber)
bunu kitaba dökmüş ve herkes inanmış daha sonra bunları yazanlar krallar gibi yaşamış
bu tanrı isimlinin bulutların üstünde yaşadığı iddia edilmiş
bulutların üstüne bile çıkmışlar tanrı isimliyi görememişler ama salak gibi hala inanmaya devam etmişler
hiç sorgulamadan
üstünden iki bin yıl sonra harry potter diye birşey yazılmış ve bunu yazan krallar gibi yaşamış
ve iki milyon yıl önce yok olan dünya gezegeninde yaşayanlar
kitaplar yazmış iyilikler, kötülükler yapmış çocuk yapmış
tanrı isimliye tapmış savaşlar kazanmış savaşlar kaybetmiş
kağıt parçaları kazanmış kağıt parçaları kaybetmiş
içmiş, ağlamış, gülmüş, eğlenmiş sevişmiş
dans etmiş. dans etmeyi yasaklamış sınırların içindeki toprakları yönetmiş
diğer insanların eğlence dedikleri şeyden zevk almaya çalışmış
atomu parçalayıp bombalar yapmış bu bombaları diğer insanlar üzerinde ölüyorlarmı ölmüyorlarmı diye test etmiş
bir çok salaklık yapmış kendini zeki sanmış kendine tapmış
binalar inşaa etmiş bu binaların içinde yaşamış
aile isimli şeyden kurmuş
ama dünya yok olmuş sonunda. eee ne bok olmuş KOCA BİR SIFIR!
bu dünya gezegeninde daha komik, salak binlerce şey var
hepsini anlatsam sizi gülmekten osurturum aaa pardon dünya da osurmak ayıptı...
4 Mayıs 2009 Pazartesi
İşlev ya da gösteriş...
Görünüşün işlevlerine göre şekil değiştirişi. Mesela, kart oyunlarında as çok ulu bir kart gibi gözükür değilmi ?
Peki neden Papaz veya On as kadar ulu gözükmez? Çünkü, as'ın işlevleri daha olanaklıdır. O yüzden gözümüzde ulu olarak şekil değiştirir.
Bir insan'da bir diğer insanın gözünde işlevlerine veya gösterişine göre şekil değiştirebilir.
Ama mesele gerçek mi yoksa gösteriş mi de.
Kendini kabadayı gibi göstermeye çalışan bir insan tökezlediği zaman o imajını kafanızdan silersiniz.
Ama o kişi gerçekten oysa imajı hep aynı kalır çünkü kendi işlevidir.
Birine Papazın kart oyunlarında ki en büyük kart'ı olduğuna inandırabilrsiniz.
Ama gerçekte as'ın en büyük olduğunu anlayınca Papazın işlevi gözünde söner.
Peki neden Papaz veya On as kadar ulu gözükmez? Çünkü, as'ın işlevleri daha olanaklıdır. O yüzden gözümüzde ulu olarak şekil değiştirir.
Bir insan'da bir diğer insanın gözünde işlevlerine veya gösterişine göre şekil değiştirebilir.
Ama mesele gerçek mi yoksa gösteriş mi de.
Kendini kabadayı gibi göstermeye çalışan bir insan tökezlediği zaman o imajını kafanızdan silersiniz.
Ama o kişi gerçekten oysa imajı hep aynı kalır çünkü kendi işlevidir.
Birine Papazın kart oyunlarında ki en büyük kart'ı olduğuna inandırabilrsiniz.
Ama gerçekte as'ın en büyük olduğunu anlayınca Papazın işlevi gözünde söner.
4 Nisan 2009 Cumartesi
Kabullenmek/Kabul ettirmek
Kabullenmek, kabul ettirmek hissi çok ağır bir histir.
Geçmişten bu güne baktığımız zaman, insan oğlu sürekli kendini kabul ettirmek ister.
Gerek Deniz Gezmiş mantosu giyip kendini sol ortama kabul ettirmeye çaba sarf eden gençler, gerek kendini bir örgüte veya bir topluluğa kabul ettirmek hissi ağır basar.
Aslında bu bir çeşit korkudur, yalnızlık korkusu. Ama bir topluluğun için de korkuları azalır tehlikenin gelmeyeceğini sanır.
Basit bir örnekle nitelendirirsek; kendinizi kalabalık bir sokaktamı daha güvende hissedersiniz, yoksa tenha bir sokaktamı?
İnsan insana muhtaçtır korkularını yenmek için. Çocukluğunuzda şimşek çaktığı zaman anne ve babanızın odasına gidersiniz.
Biz doğuştan köle olan, duyguları bastırılmış varlıklar, anne sütüne köle olarak doğarız.
Ve anneye muhtaç olduğumuz için binbir şirinlikle annenin gözüne girme, anneye kendini sevdirme duygusu ile yaşarız.
Anne gittiği zaman ağlarız, çünkü bütün kötü etkenlerden annenin koruduğunu sanarız, ama baba bizi kucağına aldığında ağlama diner çünkü yeni bir koruyucu gelmiştir.
Sadece bu çağda değil, geçmiş çağlarda bile vardır kabul edilme duygusu, bir kabileye katılırken veya bir Osmanlı padişahının kendini islam topluluğuna kabul ettirme duygusu.
Ve kabul edildiğimiz toplulukta yükselmek isteriz, en iyi olmak!
Mesela bir Osmanlı padişahının halifeliğe tırmanma çabası veya mesleğimizde(kabul edildiğimiz toplulukta) hep en iyi olma dürtüsü.
Bu bir kısır döngüdür, insanlar kabul edilir ve o gruba yeni insanları kabul eder. Dünyanın düzenine kabul edilir ve yeni insanlar kabul eder.
Duyguları bastırılmış diyorum, çünkü bebekliğimizin ilk anlarında bir sinemada veya sokağın ortasında, oto kontrolsüz ağlayabiliriz, bağırabiliriz.
Ama düzeni yavaş yavaş kavradığımızda sokağın ortasında bağıramayız, istediğimiz anda istediğimizi yapamayacağımızı büyük bir hayal kırıklığı ile anlarız.
Geçmişten bu güne baktığımız zaman, insan oğlu sürekli kendini kabul ettirmek ister.
Gerek Deniz Gezmiş mantosu giyip kendini sol ortama kabul ettirmeye çaba sarf eden gençler, gerek kendini bir örgüte veya bir topluluğa kabul ettirmek hissi ağır basar.
Aslında bu bir çeşit korkudur, yalnızlık korkusu. Ama bir topluluğun için de korkuları azalır tehlikenin gelmeyeceğini sanır.
Basit bir örnekle nitelendirirsek; kendinizi kalabalık bir sokaktamı daha güvende hissedersiniz, yoksa tenha bir sokaktamı?
İnsan insana muhtaçtır korkularını yenmek için. Çocukluğunuzda şimşek çaktığı zaman anne ve babanızın odasına gidersiniz.
Biz doğuştan köle olan, duyguları bastırılmış varlıklar, anne sütüne köle olarak doğarız.
Ve anneye muhtaç olduğumuz için binbir şirinlikle annenin gözüne girme, anneye kendini sevdirme duygusu ile yaşarız.
Anne gittiği zaman ağlarız, çünkü bütün kötü etkenlerden annenin koruduğunu sanarız, ama baba bizi kucağına aldığında ağlama diner çünkü yeni bir koruyucu gelmiştir.
Sadece bu çağda değil, geçmiş çağlarda bile vardır kabul edilme duygusu, bir kabileye katılırken veya bir Osmanlı padişahının kendini islam topluluğuna kabul ettirme duygusu.
Ve kabul edildiğimiz toplulukta yükselmek isteriz, en iyi olmak!
Mesela bir Osmanlı padişahının halifeliğe tırmanma çabası veya mesleğimizde(kabul edildiğimiz toplulukta) hep en iyi olma dürtüsü.
Bu bir kısır döngüdür, insanlar kabul edilir ve o gruba yeni insanları kabul eder. Dünyanın düzenine kabul edilir ve yeni insanlar kabul eder.
Duyguları bastırılmış diyorum, çünkü bebekliğimizin ilk anlarında bir sinemada veya sokağın ortasında, oto kontrolsüz ağlayabiliriz, bağırabiliriz.
Ama düzeni yavaş yavaş kavradığımızda sokağın ortasında bağıramayız, istediğimiz anda istediğimizi yapamayacağımızı büyük bir hayal kırıklığı ile anlarız.
22 Şubat 2009 Pazar
Etki-tepki
Ayıya dayı diyenlerin çoğaldığı dünyamda, ''Pardon çıkalı ayılar çoğaldı'' sözünü yaygınlaştıranlar da vardı. Vatoz balığı japon balığına saldırdı. Okulda kopya çekmek, yaşamda kopya çekmekle aynalaştı. ''Nasıl ?'' mı dedin ? bak şöyle; Bebek doğar, önce bebeğin yaşayıp yaşamadığını anlamak için ağlatılır. -Ağlamak temel ifade- Bebek gelişir ve etki-tepki olayı, yani şaşırdığında ağzının düşmesi, gözlerinin büyümesi gibi ifadeleri öz tepkide vardır. Bebek büyür sen erkek adamsın / sen kız çocuğusun, şöyle yapma, böyle etme öğretilir. bebeiğin zihni gelişince değişik ifadeler görür. Konuşurken kafayı ileri ittirmeler, düşünüyomuş gibi yaparken gözlerini kısmalar, ve bunun gibi birçok şeyi giyer. Hatta dışardakilerin giyimini kendi imajına oturtur. Dışarıdan duyduğu düşünceleri, yetişimine göre ya alır ya almaz. ''Taraf olmayan telef olur''u duyup taraf edinir.
Kısacası kopya çeker herşeyi. Bazı temel ifadeler/mimikler vardır. Oyunculuk'tadaa' çoğunluğu yarattığı mimikleri uygulamayan hor görülür, oyuncunun kendi mimiğini uygulaması bir nevi yasaklanır, ve yasaklayanlarda sözde oyunculuk ''özgürlüktür''ü savunanlardır. İlla herkesin bildiği mimikleri kullanmak, herkesin bildiği hareketler, mizansenleri yapmak zorunda bırakıladabilir. Şimdi siz karar verin bu şartlarda oyunculuk özgürlükmüdür/itaatkârlıkmıdır ?
Kısacası kopya çeker herşeyi. Bazı temel ifadeler/mimikler vardır. Oyunculuk'tadaa' çoğunluğu yarattığı mimikleri uygulamayan hor görülür, oyuncunun kendi mimiğini uygulaması bir nevi yasaklanır, ve yasaklayanlarda sözde oyunculuk ''özgürlüktür''ü savunanlardır. İlla herkesin bildiği mimikleri kullanmak, herkesin bildiği hareketler, mizansenleri yapmak zorunda bırakıladabilir. Şimdi siz karar verin bu şartlarda oyunculuk özgürlükmüdür/itaatkârlıkmıdır ?
1 Ocak 2009 Perşembe
Kötü olan temelde, YARATICILIK var !
Dostlarım, âbilerim, ablalarım son zamanlarda insan oğlunun, yaptığı bütün davranışlara bir yorum getirmeye çalıştım. Her haraketine, her davranışına ve amacına yorum getirdiğim zaman, birazda beynimi kurcalamamla ortaya bunlar çıktı.
Önce insanın, beyninin yoğrulduğu mekanı sorguladım, yani doğayı.
İlk insanların, atalarımızın yaşayış biçimleri, düşünüş tarzı acaba neye göre yoğrulmuştu ?
Milattan önce, hayatlarındaki en büyük amacı yaşamak olan insanları bu zor yola iten nedir ?
İnsan geçmiş dönemlerde yerleşik düzen yokken, hayvanlarla iç içe yaşar, o zamanlarda beyni fazla gelişmemiş olan insanlar, hayvanları kendilerine örnek alırlar yani, hayatta kalma çabası başlar, doğadaki ''Yaşamak için öldür'' felsefesini kendilerine ideoloji edinirler.
Zaten geçmiş çağlardada, doğal afetlerin, salgınların ve yırtıcı hayvanların saldırışıyla, insan oğlu bu felsefeye iyice inanır. İnsan oğlunun beyni bu şartlarda yoğurulduğu için düzeni bu ideolojiye göre oturturlar.
Ve bu ideoloji yüz yıllardır atalarımızdan bize gelenek gibi gelen, ve düzeni değiştirmek zor olduğu için, düzen değişmemiştir ve bu düzenin bu yüz yılda değişmesini beklemek tamamen bir ütopyadır.
Ancak insan oğlu yerleşik düzene geçtiği zaman, yani artık ölüm tehlikesi azaldığı zaman, insan başka şeylere yoğunlaşır, ''Yaşamak için öldür'' felsefesi tamamen yok olmaz ama azalır.
Fakat, hayatta kalma mücadelesi devam eder, yerleşik düzene geçildiği zaman ölüm riskinin azaldığı zaman, insan oğlu beynini geliştirir gerek sanat olsun gerek ekinlerin sulanma zamanını hesaplamak için bulunan matematik olsun, hepsi insan oğlunun beynini geliştiren ünsurlardır.
Dahada ileri yüz yıllara baktığımız zaman, insan oğlu yaratıcılığını geliştirmiş bir toplum olur.
Bunun yanında zeki beyin sadece yaşamak istemez. Aynı zamanda yaşamaktan keyif almak ister. Çoğu insan zekileşincede insanın egosu, Ben senden daha zekiyim yada ben sizlerden daha güçlüyüm gibi yanılgılara düşer, bu yanılgılardan keyif alıp daha fazla yükselmek daha fazla yükselmek, nam ve şöhret ister.
Lafı daha fazla dolandırmadan konuya girelim...
İnsan oğlu keyif almak ister, keyif almanın yanındada yükselmek istediği için, EZER !
Bu garip varlık, diğerlerini ezerek kendinin yükseldiğini sanır, ezer ezeer ezerde ezer !
Hatta bazen yok eder ! Yaratıcılığını kullanarak ezişini daha fazla geliştirir ve hatta grup oluşturup grup halinde ezer, birlikten güç doğar mantığı ile.
Grup oluştururken kendine en yakınını, kendine en çok benzeyeni seçerki, beyin yapısı benzer olsun arada kendide ezilmesin.
Vee bence ırkçılıkta burdan doğar, beyaz ırk siyah ırk'ı ezmeye çalışır, ve bu ezme güdüsüne, çeşitli yorumlar getirir çünkü neden ezmeye çalıştığını bilmez sadece ezer. Bu yorumlar şöyle olabilir siyahlar kötüdür, siyahlar hırsızdır hatta bu yorumlara kendisi bile inanır.
Kısaca insan oğlu kendini bi bok sanar ! Vee kötü olan temelde, YARATICILIK vardır.
Yaratıcılıklarını geliştirerek yeni hırsızlık yöntemleri, ezmek için ve yok etmek için yeni felsefeler ardından bu felsefelere müşteri bulmak için, inandırıcılıklarını geliştirirler, günümüzde çok yaygın olan yaratıcılığı, iyi kullananlarda vardır ama bu azınlık olduğu için, Kötü olan temelde yaratıcılık var. Bu düzeltilebilirse yine yaratıcılıkla düzeltilebilir.
Acaba berthol bretch '' İnsan ezmeden yaşayamaz '' Sözüyle bunumu kast ediyordur ?
Önce insanın, beyninin yoğrulduğu mekanı sorguladım, yani doğayı.
İlk insanların, atalarımızın yaşayış biçimleri, düşünüş tarzı acaba neye göre yoğrulmuştu ?
Milattan önce, hayatlarındaki en büyük amacı yaşamak olan insanları bu zor yola iten nedir ?
İnsan geçmiş dönemlerde yerleşik düzen yokken, hayvanlarla iç içe yaşar, o zamanlarda beyni fazla gelişmemiş olan insanlar, hayvanları kendilerine örnek alırlar yani, hayatta kalma çabası başlar, doğadaki ''Yaşamak için öldür'' felsefesini kendilerine ideoloji edinirler.
Zaten geçmiş çağlardada, doğal afetlerin, salgınların ve yırtıcı hayvanların saldırışıyla, insan oğlu bu felsefeye iyice inanır. İnsan oğlunun beyni bu şartlarda yoğurulduğu için düzeni bu ideolojiye göre oturturlar.
Ve bu ideoloji yüz yıllardır atalarımızdan bize gelenek gibi gelen, ve düzeni değiştirmek zor olduğu için, düzen değişmemiştir ve bu düzenin bu yüz yılda değişmesini beklemek tamamen bir ütopyadır.
Ancak insan oğlu yerleşik düzene geçtiği zaman, yani artık ölüm tehlikesi azaldığı zaman, insan başka şeylere yoğunlaşır, ''Yaşamak için öldür'' felsefesi tamamen yok olmaz ama azalır.
Fakat, hayatta kalma mücadelesi devam eder, yerleşik düzene geçildiği zaman ölüm riskinin azaldığı zaman, insan oğlu beynini geliştirir gerek sanat olsun gerek ekinlerin sulanma zamanını hesaplamak için bulunan matematik olsun, hepsi insan oğlunun beynini geliştiren ünsurlardır.
Dahada ileri yüz yıllara baktığımız zaman, insan oğlu yaratıcılığını geliştirmiş bir toplum olur.
Bunun yanında zeki beyin sadece yaşamak istemez. Aynı zamanda yaşamaktan keyif almak ister. Çoğu insan zekileşincede insanın egosu, Ben senden daha zekiyim yada ben sizlerden daha güçlüyüm gibi yanılgılara düşer, bu yanılgılardan keyif alıp daha fazla yükselmek daha fazla yükselmek, nam ve şöhret ister.
Lafı daha fazla dolandırmadan konuya girelim...
İnsan oğlu keyif almak ister, keyif almanın yanındada yükselmek istediği için, EZER !
Bu garip varlık, diğerlerini ezerek kendinin yükseldiğini sanır, ezer ezeer ezerde ezer !
Hatta bazen yok eder ! Yaratıcılığını kullanarak ezişini daha fazla geliştirir ve hatta grup oluşturup grup halinde ezer, birlikten güç doğar mantığı ile.
Grup oluştururken kendine en yakınını, kendine en çok benzeyeni seçerki, beyin yapısı benzer olsun arada kendide ezilmesin.
Vee bence ırkçılıkta burdan doğar, beyaz ırk siyah ırk'ı ezmeye çalışır, ve bu ezme güdüsüne, çeşitli yorumlar getirir çünkü neden ezmeye çalıştığını bilmez sadece ezer. Bu yorumlar şöyle olabilir siyahlar kötüdür, siyahlar hırsızdır hatta bu yorumlara kendisi bile inanır.
Kısaca insan oğlu kendini bi bok sanar ! Vee kötü olan temelde, YARATICILIK vardır.
Yaratıcılıklarını geliştirerek yeni hırsızlık yöntemleri, ezmek için ve yok etmek için yeni felsefeler ardından bu felsefelere müşteri bulmak için, inandırıcılıklarını geliştirirler, günümüzde çok yaygın olan yaratıcılığı, iyi kullananlarda vardır ama bu azınlık olduğu için, Kötü olan temelde yaratıcılık var. Bu düzeltilebilirse yine yaratıcılıkla düzeltilebilir.
Acaba berthol bretch '' İnsan ezmeden yaşayamaz '' Sözüyle bunumu kast ediyordur ?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)