29 Ekim 2010 Cuma

Kopya

Sanatta kopya diye bir şey yoktur.
Yapılan şey ne kadar bir diğerine benzesede farklıdır.
Fark kalın çizgilerle de olsa, ince çizgilerle de olsa farktır.

Daha önce yapılan bir şeyin aslı bir daha yapılamaz.
sadece yapılan şeye yaklaşır.

Aynı hedefe iki ok saplanmaz
sadece hedefe yaklaşır.

Kare

Bir düşünce veya konu kare şekline benzer.
Sağ bölümünden bakan için solu,
Sol bölümünden bakan için de sağı karenin arkasıdır.

Birisi bana göre sağı arkası
diğeri bana göre solu arkası diyebilir,
ikiside kendine göre haklıdır ve böylelikle ortak bir paydaya varılmaz.
neticesinde genel olarak karenin arkası şurasıdır diyemeyiz, herkes başka yeri gösterir.

Kareye nereden bakarsan arkası sana göre değişir
düşünceler de hangi açıdan bakılıyorsa o açıya göre değişkenlik gösterir.

Fakat kareye baktığınız yer belli değilse
karenin arkası neresi bilemezsiniz.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Anlatım

Biraz anlatmak kelimesi üzerinde, biraz da üslup üzerinde düşündüm kendi sınırlarımda.
Önce 'an-latmak' kişinin an'ı yaşamasını sağlamak, yada
'anlatmak' kişinin doğrudan anlamasını sağlamak arasında fark var.
Birinde sadece izah etmeye, diğerinde anlatılanın kişinin hayal gücünde oluşmasına uğraşmak.
Fakat ikiside kendi başlarına eksik kalıyor, hem izah etmek, hem de hayal gücünde oluşmasını sağlamak etkili bir anlatım şekli.
Hayal gücünde oluşmasını, mesleki veya ideolojik terimler,
izah etmeyi de, anlatımda ki üslup engelleyebilir.

Üslup'u etkileyen şeyler, anlatılan şeyin neden anlatıldığına göre değişkenlik gösterebilir.
Anlatılan şey bir tartışmada haklı çıkmak için mi? yoksa birine öğüt vermek, kişinin yararını sağlamak için mi anlatılıyor?

işte bu ikisi anlatımı yüzde yüz etkiler.

Anlatım olayına biraz farklı bir yerden bakalım.
Sohbet eden iki arkadaş canlandıralım kafamızda, biri diğerine yapmaması gereken bir şeyi, tamamen dostâne bir dil ile, kişinin yararını sağlamak için anlatıyor.
diğer arkadaş da bu sıcaklıkdan ötürü anlamaya yelteniyor.

Bir de tam tersini görelim, iki kişi bir ideoloji veya falanca hakkında tartışıyor, ikisi de haklı çıkmaya çalışıyor, işte bu anlatım da rekâbet var.
ikisi de düşüncelerini değiştirmeye veya değerlendirmeye yeltenmeyecek, çünkü anlatım üslubu saldırgan.

Anlatılan şey ne olursa olsun, bir fikir, oyunculuk, şiir, hikâye, bir sevgili ile konuşur gibi, bir dost ile konuşur gibi, kardeşlerinle, annenle babanla konuşur gibi rekâbet hissettirmeden anlatılırsa,
sanki dinleyen kişi daha bir dikkatli, daha severek dinler diye düşünüyorum.

Yani kısaca masal anlatımını düşünelim, ne kadar sıcak ve hoş değil mi?
çünkü masal genel olarak çocuklara okunur, işte düşünceler bir çocuğa masal anlatır gibi bir samimiyet ile anlatılırsa, o zaman çok hoş olabilir...

3 Ekim 2010 Pazar

Câhillik

Cahillik ne bilgisizlik, ne kültürsüzlüktür, cahil kişi anlayışsız kimsedir bence.
anlayışın yarısı dinlemek, yarısı da tecrübe diye düşünüyorum.
zaten bir durumu yaşayan birini, o durumu daha önce hiç yaşamadan anlamaya çalışmak zor gibi gözüküyor.
Fakat o durumu gençliğinizde veya kısa bir zaman zarfında yaşadıysanız, bir an için geçmişinize dönüp, geçmişinizde ki düşüncelerinizle ve hissiyatınızla kişiyi anlamak daha mümkün.
fakat sadece anlayış yetmiyor, anlayışa sahip kimse büyük ihtimal ile mütevâzi olur diye düşünüyorum. Gençliğinde tüfekden fırlamış gibi hareket edip, düşünen kimseler,
yaşlanıp yaşanmışlıkları arttığında bu yüzden mi mütevâzi ve anlayış sahibi olurlar? siz karar verin.
Fakat fazla bir yaşanmışlığa sahip olmadan, anlamanın en mükemmel yollarından biri okumakdır.
Bu bir hikâye olabilir, bir masal, deneme, düzyazı, şiir olabilir veya oyun olabilir, insan okuyup farklı yaşantıları, farklı duygulanımları tadarak, yaşanmışlığına tecrübe katar.
Okuyarak hem tecrübe gelişir hem de algılar açılıp dinleme kabiliyeti, tecrübe ve dinlemek anlamanın iki yarısı ise, okuyan kişilerin duyarlı ve anlayışlı olması bu sebepten midir? siz karar verin.
Dolaylı yoldan da olsa, cahillik anlayışsızlıktır diye düşünüyorum.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Dogmatik öğretim anlayışı

Kural / Karakter Düzenleme: İçin de bulunduğumuz toplulukların ve/veya kurumların, kuralları vardır, kurallar kâğıt üzerin de veya gelenekselleştirilmiştir.
Kimi kurallar toplum için, kimi kurallar da kimine göre yararlıdır.

Kimi insan kuralları sorgular; neticeye göre kuralları değerlendirip, uyar yahut uymaz.
Kimi insan kural kostümünü giyip, kendisi kural olur.

Fakat gelelim, faşizan öğretim anlayışının inceliklerine, gözden kaçan noktalarına.

Karakter dediğimiz şey, doğduğumuz anda başlar, yedi yaşın da netliğe kavuşur,on sekiz yaşına kadar gelişir ve ilerleyen yaşlar da tamamlanır, bebeklik yıllarında, karakter sorgulamaz, direkt olarak gösterilen şeyi alır.

Bu noktada, İlköğretim, Lise, karakterin oturma yaş grubu içerisindedir.

Ve bu 0-18 yaş grubuna, çok dikkatli bakılmalıdır, fakat günümüz de ki öğretim anlayışında, öğrenciye söylediği sözcükleri aslan gibi suratına kükreyerek, azarlayarak, çeşitli yaptırımlar uygulayarak, kendi ezilmişliklerinin patlama noktasını öğrenci haline getiren, öğretmek den çok, ‘Öğretmen’ imajına takılan öğretmenlerin, öğrencileri değersiz ve onun söylediği her şeyi uygulayacak ahmak varlıklar olarak görmesi, kuralları sorgulayan, ve yorum getiren öğrencileri susturma çabası, onların elinden o yüce ‘Sorgulama’ yeteneğini almak demektir.

Ve öğrencinin üzerine titremek, faşizan bir şekil de ‘Sen öğrencisin, kuralları sorgulayamazsın!’ demek yerine, öğrenciyle oturup, o kural neden var, ne işe yarar diye konuşmak gerekir.

Dönelim karakter düzenlemeye, bu azarlamalar, bu yaptırımlar, öğrencini sorgulama ve konuşma haklarının elinden alınması, öğrenci konuştuğu zaman ‘Anarşist’ damgası yemesi, ve öğretmene karşı öğrenci daima suçludur bakış açısı, öğrencilerden, bastırılmış ve ezilmiş insan sürüleri yaratıyor.

Öğrenci sürekli ezilerek, her şeye boyun eğen, önüne ne sunarsan sorgulamadan kabul eden insan tipleri haline dönüşüyor.

Ve bu ezilmişlik duygusu, çeşitli yerlerde patlak veriyor. Kimi öğrencinin psikolojisi bozulup her şeye ‘Tamam’ diyor, kimisi de okula getirdiği silah ile öğretmenlerini ve arkadaşlarını vuruyor. Bazılarından da bu ezilmişlik duygusu, ilerleyen yaşlarda ortaya çıkıyor.

Ve bu bastırılmış/susturulmuş, ezik kişilikler, ilerleyen hayatların da, insanları ezerek bu eziklikten kurtulmaya çalışıyor veya toplumdan itilmişlik duygusu ile, kendini göstermeye çalışıp, öne çıkmaya çalışıp kendini yok ediyor.


Okulun Şovmenleri: Öğrencinin karakterinden çalıp, bunu yaşam bilgisi kostümüne dönüştürüp, bu kostümü öğrencilere giydiren öğretmenler. Öğrencileri geleceğe taşımaya çalışan, gelecekte topluma fayda sağlayan bireyler haline getirmeye çalışan öğretmenlerin büyük bir kısmı, kaş yaparken göz çıkarıyor.

‘Ama bunlar çocuklarımızın iyiliği için’ şarkının vokalistleri tarafından kulağımı tırmalıyor.

Şöyle demek daha mantıklı olur diye düşünüyorum; Ders dinlemeyen, sürekli haylazlık peşinde koşan öğrencilere, bağırıp, ‘Dersi dinle, ya da yok ol!’ diyen öğretmenler yerine, dersi dinlerse ne kazanacağını, dersi dinlemezse ne kaybedeceğini, öğrencini sorguladığı kuralları, oturup birlikte, daha sakin bir dil ile konuşmak, daha doğru olur diye düşünüyorum.

Okulun şovmenlerinin, yani bu öğrenciden bir şey olmazsa atalım gitsin, daha çok öğrencimiz var, onları adam ederiz. Demek yerine, o ‘Haylaz’ öğrencileri de topluma kavuşturmalarını, gönülden istiyorum. Belki de bu tutum yüzünden, ne yetenekli öğrenciler solup gitti.


Artık, kutsal öğretme vazifesinin arkasına sığınıp, öğrenciye ayak parmaklarını yalatan ego masturbatörleri görmek istemiyorum.

Öğrencilerin istediği şey: Öğretmen!
Ego masturbatörü değil.

Öğrencilerin istediği şey: Okulu idare edebilecek müdür!
Diktatör değil.

Öğrencilerin istediği şey: Bilgi!
Bilgi kılığına girmiş küfürler değil.

Öğrencilerin istediği şey: Hayatta yaşamayı öğrenmek!
Zindan da yaşamayı öğrenmek değil.

Öğrenci anasının babasının zoruyla okula gelip, okul onlara bir hapishane oluyorsa, hiçbir bilgi öğrenemezler, öğrenememekten ziyade, öğrenmezler!

Öğretmenler hapishane gardiyanı rolünü üstleniyorsa, mahkûmlar onlara saygı değil, korku beslerler.

Müdürler hapishane müdürünü oynuyorsa, mahkûmlar onlara düşman gözüyle bakar.

Ve böyle bir ilişki de, ne öğrenmek, ne de öğretmek mümkündür.

Anca, hapishane gardiyanı ‘Kuralları sorgulama!’ der, mahkûma bağırır, mahkûm susar.

Anca hapishane müdürü, oturduğu yerden kuralları sağlamlaştırmaya bakar.

Ve içlerinden bir mahkûm çıkıp kuralları sorgularsa, sınıfta bırakılarak hapis cezası uzatılır.

Okul, zindan değil, öğrenme yeridir.

Öğretmen, gardiyan değil, öğretebilen kimsedir.

Müdür, hapishane müdürü değil, okulu idare eden kişidir.

Öğrenci, mahkûm değil, öğrenen kimsedir.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Işığın arkasın da ki cinsel sembol

Bomboş bir arazide, güneş arkanız da ise, gölgeniz karşınız da olur.
Yine aynı arazide güneş karşınız da ise, gölgeniz arkanız da olur.
Sanırım bu soru işaretleri ile dolu dünya da, en dengeli varlık biz yüce insanların gölgeleridir.

Sen güneşle dostsan o senin düşmanın olur.
Sen güneşle düşmansan o senin dostun olur, her zaman azınlığın yanındadır.

Ama önemli olan o eşit varlığın bizim yansımamız olması değil, bizim o varlığın yansıması olmamızdır.
Gölgenin içine girmek, gölgeye renk vermek, gölgeye etten kemikten bir hayat sunmak.

Yine gölge bizim bir parçamız olan ben(ci)liği taşır, bildiğimiz en büyük nesne olan güneş'e her zaman karşı çıkar, hiç bir zaman onunla yan yana bulunmaz.
Farklı bir bakış açısından bakarsak bizim bir parçamız olan korkalığı taşır, bildiğimiz en büyük nesne olan güneş den her zaman korkar ve bedenimizin arkasına saklanır.

Dünya üzerin de yaşayan onca insanın kendine özgü bir hayatı olduğu gibi, gölgelerimizin de bir hayatı vardır.
Biz arkadaşımız ile konuşurken, o da arkadaşımızın gölgesi ile konuşur.
Biz sinirlenip sokak da tek başımıza yürürken, o da sinirlenmiştir ve sokak da tek başına yürüyordur.

İnsanlar ne kadar iç içe geçemeseler de, gölgeler ışık oyunlarının yardımı ile iç içe geçebilirler.
İşte bu gölgelerin kesiştiği noktalara ise, ışığın arkasın da ki cinsel sembol ismini lâyık görüyorum.

Freud'a göre; 'İlk cinsel sembol, annenin memesi' idir.
Ve yaşadığımız her duyguyu, ben(ci)liği, inandığımız fikri, düşünce biçimimizi cinsel hormonlar belirler.
Yine dikkat ederseniz, cinsel hormonları veya cinsel arzuları kuvvetli olan insanların duyguları da yoğundur.
Konuya âmiyane bir örnek vermek gerekirse, bir aşk şairi, masturbasyon yaptık dan sonra, eski yazdığı şiirleri aynı gözle yorumlamaz, ve şair yine uzun süre cinsel ihtiyacını karşılamamış ise, güçlü duygu yoğunlukları yaşar.
İsterseniz bir de antik cağ'a göz atalım... Antik çağ da cinsel istemler rahatlık ile karşılanabiliyor idi ve cinsel istemler çok kuvvetliydi,
eşcinsel olan birisi, utanmadan çekinmeden istediği cinsel hayatı yaşayabiliyordu, cinsel ihtiyaçlar karşılanınca cinselliğe olan bağ artmışdı.
Hatta o kadar rahatdı ki, cinsellik tanrısı bile icât edildi(dionysos) ve o çağ da ki bu denli büyük cinsel güdüler, duyguların da güçlü olmasına yol açtı,
antik çağ da ki tragedya oyunların da gördüğümüz üzre o dönemde ki duygular da güçlüydü başka bir değişle abartılıydı.
Bir zeus heykelinin penisi, sanatçıların cinsel yönden bir baskı duymadığından dolayı, normal boyun üzerindeydi.
Duyguların büyük olması motiflerin de büyük olmasına yol açmıştı, üç metre boyun da ki tanrı heykelleri, dev sütunlar...

Çağ ilerledikce cinsel baskılar artmaya başladı, cinsellik bastırılınca duygular da azalma yaşandı.
Bu cinsel baskının artması ile, erkek heykellerin penisleri ufak boyutlar da, kadın heykeller de elleri ile veya bir çarşaf ile göğüslerini kapatmış şeklinde olmaya başlamıştı.

Şimdi gözlerinizi kapatın ve 2009 da ki cinsel baskıyı düşünün, ardından pencereden dışarıya bir göz atın.

22 Ekim 2009 Perşembe

Ego/Ben

Vaaz verir bencilere benciler,
kulaklarından fışkırır ben, vaaz verirken,
Hep diğer benciler den yukarıda olmak ister benciler.
Benlerini tatmin etmek içindir, çünkü ben; kendiden ötesine
aşıktır en iyi bildiği ben olduğundan.

Kendisi yukarıda,


ortada bir boşluk;


ve diğer benciler aşşağıda olsun ister.

Bilmez boşluğun üzerinde durulmayacağını-bilemez durulamayacağını-
Böylelikle düşer, ben, diğer bencilerin üzerine.
Ölümlere sebep olur benciliği...